Ertesi gün, bir önceki gün olduğu gibi kum denizinin içinde yolumuza devam ettik. Öğleye doğru ziyaretten dönen yüzlerce İranlıyla karşılaştık.
Kutsal Necef önümüzde belirdiğinde, bakırımsı gökyüzünde bir ateş topu gibi alçalan güneş batmak üzereydi. Önce caminin güneş altında alev alev yanan yaldızlı büyük kubbesi göründü, sonra yaklaştıkça kutsal şehri çevreleyen yüksek ve heybetli surlar görüş alanımıza girdi. Muhteşem, serap gibi bir tabloydu önümüzde uzanan; kocaman bir şehir havada yüzüyordu adeta. Yüksek, yalçın duvarlar onu çölden keskin çizgilerle ayırıyor ve şehir her yanı çevreleyen kum denizinden ayrı, muazzam bir varlık gibi görünüyordu. Birkaç dakika içinde kendimizi surların dışına yayılmış sayısız mezarın arasından geçerken bulduk, hemen sonra da şehrin kapısına ulaştık. Geceyi konforlu sayılabilecek bir handa geçirdik. Yataklarımız hanın yöreye özgü düz toprak damına seriliydi. Hanın civarındaki bir damda, kafeste tutulan iki çöl aslanı gece boyunca arada bir kükreyerek beni uyandırıp durdu.
Necef acayip bir şehir. Kurak ve sıcak ortamında tek bir ot bitmiyor; ne bir bitki, ne bir çalı, ne de bir ağaç. Yumuşak kumtaşından yüksek bir ovaya kurulmuş. Çoğu yerde genişliği bir, bir buçuk metreyi aşmayan geçitlerden ibaret dar ve eğri büğrü sokaklar, tıpkı orman içindeki patikalar gibi kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Arkadaş canlısı Kaymakam'ın koruma olarak verdiği dört zaptiyeye göre, Necef'i dolaşmaya çıktığımda kısa sürede yolumu kaybetmem kaçınılmaz.
Yorumlar
Yorum Gönder